Tuesday, July 24, 2012

Ai Weiwe’in pek çok boyutu

Elena Ochoa Foster sergi mekanını Madrit’te açtığında, kendisi ve Ivory Press ile bir Ai Wewei kitabı üzerinde çalışmak üzere beni çağırdı. Karmaşık işlerinin tüm yönlerini gösteren bir kitap yapmaya karar verdik. Bu nedenle kitabın adı Alexander Dorner’in “Sanatın Ardındaki Yollar” kitabına bir saygı göndermesi olacaktı. İleri görüşlü Alman küratör Dorner 1920 ve 1930’larda Hanover Müzesini yönetti. Kovulduktan sonra, tam da Ai Weiwei’in duruşuna denk düşen, "görsel sanatlarda etkin olan güçleri anlayabilmek için, bilim, edebiyat, mimari, v.s. de yapılan işlerin gücünü anlamalısınız" tezini savunan “Sanatın Ardındaki Yollar” kitabını yazdı. İlk kez Ai’in işlerinin tüm unsurlarını biaraya getiren bir kitap yapmak istedik, aşağıdaki bu söyleşi Ai Weiwei’in faklı boyutlarını kavramayı deniyor.

------------------------------------------

http://www.art21.org/videos/short-ai-weiwei-new-communication


HUO: Çizimlerinin mimari ve enstalasyonlarınla ilişkisi üzerine konuşabilir misin? Fikir vermesi açısından sanırım bir kısmı bu katalogda basılacak.

AWW: Başlangıçtaki fikri her zaman çizimler izler, genellikle saklamam çizimleri – atılır çöpe. Hala bir kısmı duruyor, mimari tasarımlardan ya da enstalasyonlardan ve bazı model çizimleri. Büyük enstalasyonlar için yaptığımız çizimle duruyor, bazen çizim yerine model kullanıyorum. Bazılarını projeden sonra yaptığımız da oluyor. Tabii yapılmadan önce eskizler çiziyoruz, ama sonrasında da çiziyoruz. Her enstalasyon için çok sayıda bilgisayar çizimi yapıyoruz. Bir kişinin bir yılını alıyor çizimler, çünkü süreç çok karmaşık. Bence, bilgisayar çizimleri ilginç, çünkü çok kesin ve ayrıntılı. “Fragments”ın tüm çizimlerinden bir kitap yaptım.

HUO: Yani çizimlerinin kitabı var.

AWW: Sadece bir projenin – Fragments (2005) Yüzün üzerinde çizimim var. İş 174 gruba ayrılıyor, her grubun yüzey ve kesit çizimleri var. Herhangi birine verilebilir ve objeler eksiksiz olarak yeniden üretilebilir.

HUO: Manuel gibi kullanılabilir bir kitap.

AWW. Aynen.

HUO: İki çeşit çizim var – bilgisayar çizimleri ve elle çizimler. Artık bilgisayarı kullanıyor olsan da elle çizim yapıyor musun?

AWW. Elle çizmeye devam ediyoruz çünkü çok fazla duygu var içinde - bir çeşit klasik. Bir kenara atamazsın. Pek çok sanatçı değer verir buna. Ne zaman bir iş yapacak olsan, düşüncelerini ekiple tartışırken çizim yaparsın. Hatta içerik ortaya çıkmadan önce de gösterebilmek için çizimler yapmak durumundasın. Basman için bulabilrim bir kaç tane. İyi bir şey çizimleri basmak, çünkü insanlar hep sonuca odaklanıyor.

HUO: Sürece değil.

AWW. Evet, nasıl başladığıyla ilgilenmezler.

HUO: Yani çizim senin gündelik bir parçan mı?

AWW. Hayır. Blog yapıyorum. Blog benim çizimim gibi. E-maillerimi okuyorum, yazıyorum, fotoğraf çekip koyuyorum. Eskiden çok çizerdim. Tren istasyonunda dört ay çizmiştim. Bir ton var o çizimlerden.

HUO: Tren istasyonunda mı çizdin?

AWW: Evet. Beijing tren istasyonunda, 1970’lerin sonlarıydı, üniversiteye de gittim, bir çeşit eğitimdi. Hatta hayvanat bahçesinde de çizdim.

HUO: Hala o eski çizimler duruyor mu?

AWW. Bazıları, belki. Bazılarını annem attı – torbalar dolusu, ama belki bazılarını bulabilirim.

HUO: Bloglarının çizimlerin olduğunu söylemen çok etkileyici.

AWW. Blog modern çizim aslında. Oraya koyduğum herşey işimin bir parçası gibi görülebilir. En fazla bilgiyi blog veriyor: beni çevreleyen herşeyi.

HUO: Yanında bloga koymak üzere hergün çektiğin fotoğraflar için kullandığın kameran olmadan seni hiç görmedim. Blog nasıl başladı?

AWW: Rastlantıyla başladı. Sina Şirketi bir grup insan için blog kurmaya karar verdi. Hiç bilgisayar kullanmadığımı söyledim onlara, nasıl çalıştıracağımı bile bilmediğimi. “Sana öğretiriz” dediler. Sonra düşündüm, gerçeklikle anında iletişim kurmanın en iyi yolunun özel hayatımı ortalığa, halka açmak olduğunu farkettim. Böyle bir şeyin daha önce hiç yapılmadığını düşünüp, denemeye karar verdim. İlk blogda, deneyimin kendisi projenin amacıydı – başka bir amacı olması gerekmiyordu. Şimdi bu teknolojiye sahipsin ve doğrudan kullanabilirsin – hiç üzerine düşünmeksizin, anlam yüklemeksizin. Bunun sadece bugün mümkün olduğunu düşünüyorum. Önceden mümkün olsaydı, ne Degas’nın ne de Vinci’li Leonardo’nun çzimlerini göremezdik. Bence hepsinin bir kamerası olurdu. Dünyada en çok fotoğraf olan blog benimki herhalde; başka kimse bir günde bu kadar çok fotoğraf yüklemiyordur.

HUO: Kaç tane çekiyorsun?

AWW: Günde 1- 500 arası.

HUO: İnanılmaz.

AWW. Blog içim yüz binlerce fotoğraf çektik.

HUO: Bloguna ilk koyduğun şeyi hatırlıyor musun?

AWW. İlk şey bir cümleydi. “Kendini ifade etmek için bir amacın olmalı, ve bu ifade de kendi amacı için var olmalı” gibi bir şey yazmıştım. Bu, suyun içine orada hayatını sürdürebilmek için atlarsın düşüncesi.

HUO: Sadece bunu yazdın, görsel yoktu.

AWW: İlkinde görsel yoktu. Başlangıçta ürküyorsun, dikkatli seçim yapıyorsun: üzerine düşünüyorsun.

HUO: İlk cümle gerçekten önemli: slogan gibi. Büyük harflerle mi yazdın?

AWW. Evet. Diğer bilgisayarlarla niçin bu şekilde konuştuğunla ilgili epey cebelleşiyorsun. Siberteknoloji aracılığı ile oluşan sanal gerçekliği kamusllaştırmanın en iyi yolunu arıyorsun. Başlangıçta bayağı tekinsiz. Bir nehre bir şey atıyorsun; anında kayboluyor gibi bir şey, ama orada ve nehrin yoğunluğunu, içine ne kadar çok attığına göre değiştiriyor. Sanırım 19 Kasım blogumun ilk günüydü; nerdeyse üç yıl olmuş. İkiyüzün üzerinde makale, söyleşi, yazı, sanat eleştirisi, kültürel yazı, politik yazılar, gazete küpürleri v.s. yayımladım. Bana ve hatta Çin’e verilmiş en güzel hediye, çünkü bireysel ifadenin cesaretlendirilmediği hatta iki kuşak boyunca yazarlarımıza olduğu gibi zararlı olabildiği bir toplumda yaşıyoruz. İnsanların ödü kopuyor bir şeyler yazmaktan; kağıda geçen her sözcük bir suç delili olabilir. Çin’li entellektüeller çok dikkatli bu nedenle.

HUO: Yazı ile başlaman ilginç bloga. Son söyleşimizde, senn başlangıçlarından söz etmiştik; babanla ilişkini konuşmuştuk, ama senin kendi yazılarını konuşmadık ben merak ediyorum.

AWW. Evet ben de kendi yazdıklarımı çok merak ediyorum. Ben entellektüelliğin, ya da okumanın, yazmanın desteklenmediği bir toplumda büyüdüm. Okuma konusunda başıma gelen ne zaman elime bir kitap alsam babamın “bırak onu elinden, gözlerine zararlı” demesi oldu. Bir çiftçi gibi davrandı hep.

HUO: Gerçekten böyle mi düşünüyordu?

AWW. Evet, ücra bir köyde yaşıyorduk. Gündelik işlerini yapıyordu ve okumanın çocukları için iyi olmayacağını düşünüyordu, çünkü gelecek Çin için çok netti – bilgisi olan herkes cezalandırılacaktı. Aklından geçeni konuşamazsın, bu seni ölüme götürebilir. Onun için de aile fertlerinin okumasını istemezsin. Bir üzüntüm var tabii: iyi yazamamak. Bu benim en değer verdiğim vasıflardan biri. Düşünüyorum da eğer iyi yazabilseydim, yazmak için sanatımdan vazgeçerdim. Bence, ddüşünceyi ifade etmenin en etkili ve güzel yolu. Bloga başladığımda, yazı yazma pratiğimi geliştireceğini düşündüm. Başlangıçta zordu, ama zaman içinde gelişti, onun için de bu teknolojiye minnettarım: benim için yazmayı kolaylaştırdı.

HUO: Bir anlamda, yazı yazmayı özgürleştirdi.

AWW. Evet, çok fazla. Şimdi bir günde, ya da sabah oturup bin sözcüğü kolayca yazabiliyorum.

HUO: Sen de katılır mısın, sanat ile edebiyat arasındaki bağ, yirminci yüzyılın başında olduğundan çok daha az bugün. Bence yenilikçi sanat için edebiyat sanat ilişkisi anahtar - Gerçeküstücülük ve Dadaizm'de. Merak ediyorum, çünkü sen sanatınla edebiyat arasında bağ oluşturma isteği duydun. Bana Bei Dao'nun ilk kitabı için arabalar çizdiğini anlatmıştın. Şiir ile diyaloğunu anlatır mısın?

AWW: Şiir beni bütün diğer yazı türlerinden fazla etkiledi tabii. Bütün kitapları Kültür Devriminde yakmadan önce, rus edebiyatından Mayakovsky'yi, Rimbaud'u, Whitman'ı Tagore ve Baudelaire'i okuduğum hatırlatırım. Şiir benim için dinsel bir duygu gibi. Bazen içinde sonsuzluğu hissedebilirsiniz. Ama her şair farklıdır. Mesela William Blake, ingiliz şair...Allen Ginsberg'i hatırlıyorum, William Blake'i çok severdi, bana şiirlerini okumuştu, kendi şiirlerini de.

HUO: Bütün bu insanlarla nasıl tanıştın? Çünkü bir taraftan bunlarla, babanla ve senin kuşağından çinli şairlerle bir bağın var.

AWW: Babam sebebiyle. Çindeki bütün şairler babama gelirdi. Bütün şairlerin sevdiği bir insandı, Bei Dao yazmaya başladığında, daha hiç bir şeyi yayımlanmamışken, el yazmalarını babama getirirdi. O zamanlar onsekiz yaşımdaydım o da yirmili yaşlarındaydı, birlikte çok zaman geçirdik.

HUO: Ona kitap kapağını o zaman mı yaptın?

AWW.Evet. Şiirleri ile ilgili bir albüm yapmak istedi. Tabii kimse böyle bir şeyi basmaz, ma o bir kız tanıyordu, orduda daktilograftı. O dönemlr, Çin’de daktilo kullanabiliyorsan, statün çok yüksekti; gizli güçlerin var demekti – bilirsin asayiş, kontrol – çünkü bu propaganda ile bağlantın var demekti. Daktilograflık seçkin bir meslekti Çin’de ve Rusya’da. Biri daktilograf olmuşsa gizemli konumu nedeniyle hep yoğun olurdu. Herşey onlarca, yüzlerce kez yazılmalıydı kopya çıkarmak için – fotokopi filan yoktu. Kağıtlar çok kalındı. Şiir kitabının adı “Garip Sahil”di.

HUO: Bugün hangi şairleri beğeniyorsun?

AWW. Genç şairler var, ama artık kimse şiir okumuyor.

HUO: Geri getirmeliyiz.

AWW. Evet, evet. Çılgınca belki ama şir başka formlarda ortaya çıkıyor gibi. Bir keresinde Allen Ginsberg’e sormuştum “Genç kuşakta, günümüzde en iyi şair kim?” bir süre düşündü ve “Bob Dylan” dedi, bu 1980’lerde oluyor.

HUO: Beat kuşağı şairleri ile nasıl tanıştın?

AWW. Allen ile, New York St. Mark’s Kilisesinde şiir okumasında tanıştım. Her yıl bu okumaları yapıyorduk. Yaşlı adamın geldiğini ve herkesin saygı gösterdiğini gördüm, sonra Çin ile ilgili uzun bir şiir okudu. İlginç geldi. Sahneden inip yanımdan geçerken çinli olduğumu farketti, sohbet etmeye başladık ve Çin’e gittiğini ve orada babamla buluştuğunu öğrendim. Babam ona çok sıcak davranmış ; sarılmış, normalde Çin’de insanlar el sıkışır, ama babamın sarılması onu çok etkilemiş.

HUO: Aile gibi biraz.

AWW. Evet. Uzun süre sohbet ettik ve yakınlaştık. Sık sık şiir okumalarına davet etti ve iki kez yılbaşında birlikteydik. Bazen evime gelip uzun şirlerini okurdu. Çok ilginçti. Bir sürü şair arkadaşı vardı bazen beni tanıştırırdı. Gary Synder adını hatırlayamadığım başkaları. Robert Frank ile de tanıştım, The Americans’ı yapan İsveçli fotoğraf sanatçısı. Hep birliktelerdi.

HUO: Birlikte çalıştınız mı?

AWW. Başkaları ile yaptığı çalışmalar olsa da benimle olmadı. Bir kitap vermişti bana Hermetti ile birlikte yaptıkları. Hermetti kitap için çizimler ve resimler yapmış.

HUO: Şiiri nasıl tanımlıyorsun?

AWW: Bence şiir aklımızı mantık seviyesine gelmeden önceki noktada tutmak için var. Duygularımızla ilişkiye geçecek saf algıya getiriyor bizi. Tabii aynı zamanda, kuvvetli edebi ifade gücü var; ama en önemlisi bizi düş gücü ve dilin en kırılgan ve aynı zamanda en etkili saf evresine getirmesi.

HUO: Şimdi şiirden bambaşka bir yere gelmek istiyorum – mimari. Çok açık ki sen çağdaş sanat bağlamında işler yapıyorsun ama aynı zamanda diğer bağlamlarda da çalışıyorsun. Geçen gün David Hocney ile konuşuyordum, bana resmini yeniden oluşturma ihtiyacı hissettiğinde, başka bir alana yöneldiğinden söz etti: ya sanat tarihi kitabı yazıyor, ya bir film çekiyor, sonra resme geri dönüyor, bu ona yeni fikirler veriyor. Merak ediyorum, mimari ile ilişkini sanatına dolanan yol gibi mi yoksa paralel bir alan olarak mı değerlendiriyorsun? Bence çok etkileyici, sanat pratiğinin yanı sıra, anlaşılmaz fikir olarak değil gerçekleşmiş şekilde mimari pratiği geliştiren belki de tek sanatçısın. Ömürlerini binalar yapabilmek için geçiren senin kuşağından pek çok avrupalı mimardan daha fazla bina hayata geçirdin, üstelik mimari ana uğraşın bile değilken.

AWW. Farkında olmadan yaptığım bir şeydi: kendi stüdyomu yapışım, sonra diğerleri. Yavaş yavaş bazı çok iyi mimarlar “Hey, işlerin bayağı iyi, hoşumuza gidiyor, bizce sen bir mimarsın, objeler üzerindeki kontrolün, bakış açın, yaklaşımın.” Şaşırdım, mimariyi hiç büyük br iş olarak görmemiştim. Bana sanki şir gibi geliyor. Ellerini kullanıyorsun, ölçü ve hacimle uğraşıyorsun, işe sanatını ve insani koşulları yüklüyorsun. Bana çok doğal bir süreç geliyor.

HUO: Oluveriyor yani.

AWW. Hiç bir zorluk çekmedim. Hep insanların iyi kalitede mimariye sahip olmalarını düşündüm. Olanakları düşünüp, gerçekliğin parçasına dönüştürüyorsunuz. Bu insanın yeteneği ve çok güzel, koşullarını deiştirebilmek. Bu temel bir hareket.

HUO: 19. yy.’da Whistler “Sanat olur” dedi. Senin durumunda da mimari olur denebilir. Ama mimari eğitim almadın. Herhangi bir mimari etkileşim oldu mu – Le Corbusier ya da Mies van der Rohe, Frank Lloyd Wright? Mimarlık alanında kahramanların var mı?

AWW. Mimaride bir etkileşim var, etki diyebilirsek. O sıralar bir grup çinli şairle Wisconsin’deydim. Şiir okumaları turunda onlara eşlik ediyordum, bir kitapçıya girdim ve bir Wittgenstein Evi adlı kitap buldum. Biliyorsun felsefeci. Viyana’da kız kardeşi için bir yapmış. Yazıları beğendim ve kitaptan etkilendim, bina da harikaydı. Tüm konseptten en ince ayrıntılara kadar – kapı tokmakları, ısıtma sistemi – kendisi tarafından tasarlanmıştı, çok titizdi ve tüm yapı açık ki kontrolü altındaydı. Duydum ki, yapımdan sonra binayı bir kaç santimetre yükseltmek istemiş, orantıların biraz yanlış olduğunu düşünerek. Bu benim için çok ilginç. Sanırım mimarlık bu işte.

HUO: Nasıl yani, Wittgenstein senin için bütün diğer mmarlardan daha mı önemli?

AWW. Ohoo, çok çok daha fazla, hatta bir sürü sanatçıdan da daha önemli. Düşüncelerini tek tek ifade edebiliyor. Mutlak gerçeği kırmayı deniyor. Uğraşı, tekrarlanan uğraşı, tüm pratiğini teke dönüştürüyor – tek bir harekete. Onun için bana göre en harika şey. Bence mimarinin bu yönü okullarda öğretilmiyor, öğrencilere bundan daha önemli bir şeyin olmadığı öğretilmeli. Wittgenstein’ın yaptığı her iyi mimara gerekliİyi mimarlar kötü mimarlardan uzaklaşmalıdır demesi de şu, kötü mimar mümkün olan herşeyi yapar, iyi mimar mümkün olduğunca eler.

HUO: Peki o dönem pek çok mimarlık kitabı okudun mu?

AWW. O zaman sadece bu kitap vardı bende. Onu da okumadım. Yani, oturup niye bir bina klavuzu okuyayım ki? Ama artık basılmayan eski bir kitaptı ve aldım. Çine dönerken mimarlıkla ilgil tek hediyemdi bu kitap. Hatırladığım tek mimar Guggenheim müzesi sebebiyle, Frank Lloyd Wring, çok giderdim o müzeye. Çok problematik bir müze olduğunu düşündüm: bir resmi hiçbir zaman düz bir şekilde asamazsınız çünkü zemin düz değildir. Ama tabii ki, şimdi düşünüyorum da o zaman için böyle bir müze tasarladığı için öncü bir mimar.

HUO: Wittgenstein evi harekete geçirdi ve kendi stüdyonu inşa ettin, ardından çığ gibi diğerleri geldi. Ve bunları planlamadın. Hiç bir ön çalışma yok mu, öylesine oldular mı?

AWW. Hayır hiç bir şey planlanmadı. Hayatımda olan en güzel şeyler planlanarak değil rastlantısal. Çok da sık oluyor, plan yapmadığım içn. Eğer planlarınız varsa, tek yolunuz olur. Planınız yoksa hep iyi bir şeye önüşür, çünkü durumu izlersiniz. Onun için hazırlıksız durumların içine atlarım, heyecanlı durumlarda bulurum kendimi.

HUO: Mimari tarzını nasıl tarif ediyorsun? Svetlana Boym’un manifestosunu okuyordum dün gece, mimari maceradan, sınırlardan, bilinçdışı alandan, boşluktan,kapılar, köprüler ve pencerelerden söz ediyordu. Tatlin ve tarih boyunca diğer yenilikçi mimari denemelerle ilgili yazıyor. Bununla mı bağlantılı söylediklerin? Yeni enstalasyonlarını düşünüyorum ve onların mimari ile temel bağlarını.

AWW: Öncelikle, söylediklerinle ilgili hiç bir şey bilmiyorum. Bimeyerek masumiyetimi koruyorum. Beni ilk farkeden Shigeru Ban oldu ve kendisine minnettarım. Benim stüdyoma geldi, Çin’de bir şeyler yapması gerekiyormuş, yerel halkın nasıl bina yaptığını anlamak istemiş. Şehir planlamacılar “ bir sanatçı kendi binasını inşa etti” diyor lar ve benimle tanıştırıyorlar. Eve geldi ve gitmeden önce, “bence çok iyi bir mimarsınız” dedi. Şaşırdım: burası bir öğle sonrası tasarladığım bana ait stüdyo. Çizimleri yaptım ve işçiler 60 günde bitirdiler. Bir saniye bile mimari ile ilgili düşünmedim. Bana Louis Kahn’nın işini bilip bilmediğimi sordu. Adamı hiç duymamıştım – bu 2001-2002’de oluyor- “Bilmiyorum” dedim. Kafasını salladı, bilmem gerektiğini düşünüyordu herhalde. Sonradan çok önemli bir mimar olduğunu öğrendim. Sonra Çin’de dersler vermeye başladı, derslerin birinde ismi Ai Weiwei olan tanıdığı bir kişinin dışında Çin’de mimar olmadığını söyledi. “Çok iyi bir mimar olduğunu düşünüyorum” bunu iki kez yineledi. Mimarlık çevresinde herkes merak etmeye başladı “Kim bu adam?”. Bir sürü dergi röpörtaj için randevu almak istedi. Sonra cömertçe işimi Japon mimarlık dergisi a+u’da tanıttı.

HUO: Çok iyi bir dergi o.

AWW: İlk onlar bastı stüdyomu, Çin mimarisi ile ilgili de ilk yazı idi. Sonra bunu Alman mimari dergisi Detail’de güzel bir yazı izledi. Roma döneminden günümüze tuğla bina geleneği üzerine bir yazıda yer aldı stüdyom. İnsanların günümüzde de tuğla bina yaptıklarına bir örnek olarak benim stüdyomu gösterdiler. Haha! Biraz komik ama. Yapmam gereken çok proje var. Ama plnlamadan. İnsanlar gelsin “yardım edebilr misin?” desin, “neden olmasın” deyip başlamak, küçük çabalarla koşulları değiştirebilmek.

HUO: Tuğla pek çok binanda rol oynuyor. Bu “kişiselleştirilmiş soyutlama” mı, Raymond Hains’in adlandırdığı Yves Kelin mavisi gibi mesela, ya da mimarinin basit bir elemanı mı? Ya da tuğlanın bu ünkü kullanımına dair ne diyebilirsin?

AWW: Sıradan objeleri kullanmayı seviyorum. Sanatımda da. Masa, ayakkabı gibi şeyler kullanıyorum. Bu objelerin zaten bir kültürü var insanlar bunlara çoktan bilgi ve düşünce katmış. Sanırım en çok etkin şekilde bununla uğraşıyorum. Hem de tuğla hala ucuz ve bina için en kolay malzeme. Şekli ve ağırlığı sebebiyle ellerimizle çok doğal bir ilişkisi var. Hani kör bile olsan tuğla ile kolayca bina yaparsın, kelimelerle bir şeyler yazmaya benziyor –çok kolay. Ekonomik ve kullanışlı bir şey olduğu içindir herhalde. Beton bina da yaptım. Bence bu da gerekli.

HUO: Sadece mimariye girişmedin, küratörlük de yaptın. Küratörlüğe ne zaman başladın? Senin ilk alanınla bağlantılı mıydı?

AWW: Evet. İlk sanat alanını 1997’de Beijing’de oluşturdum, Sanat Arşivleri ve Deposu, bunu yapma nedenim o yıllarda Beijing’de çağdaş sanatı sergileyecek doğru dürüst bir yerin olmayışıydı. Sanat işleri otel lobilerinde, dükkan vitrinlerinde sergileniyordu. Bir mekan sağlamanın kolay olacağını düşündüm, böylece sanatçılar işlerini gerçek anlamda çağdaş bir mekanda görebileceklerdi. O dönemde sanatçılarla birlikte bir kaç kitap yayımladım. Siyah Kitap, Beyaz Kitap ve Gri Kitap.

HUO: Geçmişinde kitapların unutturulması gibi bir deneyiminn olması da ilginç: kitpların yok edilmesi düşüncesi. Bu üç kitabı biraz anlatır mısın?

AWW: İlk kitap, Siyah Kitap 1994’te yapıldı. Çin’e dönmüştüm. Başlangıçtayapacak hiç bir şeyi yoktu, sonra genç sanatçılar gelip konuşmayı bekledi. Ben de “neden birlikte bir kitap yapmıyoruz*” diye düşündüm. Ne galeri vardı, ne müze, ne kolleksiyoner. Kitap en azından gelecek çalışmalar için kayıt, ya da döneme tanıklık eden bir çalışma olur diye düşündüm. İki arkadaşımla, Xu Bing ve Zeng Xiaojun konuştum. Onlar da fikri beğendi ve yapmaya karar verdik. Ama ikis de Amerika’daydı ve tüm sorumluluğu üstlenmek durumundaydım. İçeriği hazırladım ve yardımcı olması için editör Feng Boyi’yi buldum. Böylece ilk kitabı çok çabuk tasarladık. Sanatçının kanvası boyadığı, heykel yaptığı bir çalışma değil de, kafasındakileri yazdığı bir içerik üzerinde yoğunlaştık. Bana bir sürü iş yolladıklarını hatırlıyorum; hepsi resimlerinin ya da heykellerinin fotoğraflarıydı. “Hepsini geri yollayın” dedim. “Hiç birine ihtiyacımız yok. Ne yaptığınızla ilgilenmiyorum. Bu işlerin arkasında ne olduğuyla, kafanızın içindekilerle ilgileniyorum”. Kimse niye yazması gerektiğini anlamadı ve yazmak istemedi. Dedim ki “ Yok, yok, hepsi birbirinden iyi işler, hiç biri ötekinden daha iyi değil, hepsi eşit derecede iyi ya da kötü, ama kafanızın içindeki başka” O zaman yazmaya başladılar. Dedim ki “bana bir cümle ya da bir kelime yazın, ama siz yazın”. Bir çeşit dayanışma metni ya da şiiri çıktı ortaya. Yani kitap düşünce ile ilgili. İlk kitabı bastık ve çok popüler oldu, üçbin kopya sattık. Okunacak başka bir şey yoktu ki! Sonra kitabı el altından dağıtmaya çalıştık, tabii Milli Güvenlik farketti ve sorular sormaya başladılar. Sonra bir de kitap basılmadan önce Xu Bing projeden ayrıldı. Çok korkmuştu; “Hiç bir şey dağıtamayız, üstelik kitabı basmamalıyız, çok tehlikeli. Ben Çin’ dönüp çalışmaya balayacağım.” Dedi. Ben de “Kusura bakma, ayrılabilirsin projeden, ama ben kitabı basacağım, çünkü sanatçılara söz verdim” dedim. “Kendi kendime kitaba sansür koyamam. Eğer bir sorun olursa da polis bana gelir. Sorumluluğu alırım, sonuçlarına da katlanırım. Tehlike kitabı durdurmama engel değil”. O da ayrıldı projeden. Sonucun bir parçası olmadı. Çok fazla problemle de karşılaşmadık ve o dönem kitap bayağı önemli oldu. Sonraki yıllarda da ikinci ve üçüncü kitabı yayımladık, sonrasında sanatçılar kendi kataloglarını basmaya başladı ben de bıraktım, politik ortam da biraz daha gevşedi. Artık kitap yapmama ihtiyaç kalmadı. Ben hep ihtiyaç duyulduğunda harekte geçerim.

HUO: Tepki değil etki yani.

AWW: Evet, başka da hiç bir farklı nedeni olmaksızın. Evet sonra bıraktım. Sonra birileri gösteri yapabilir miyim diye sordu. Ben de Shanghai’da “Fuck Off” adlı gösteriyi yaptım: 2000’de üç kitapta yer alan sanatçılar ve bazı yeni sanatçıları da biraraya getirerek gösteri hazırladım. Sonra mimariye bulaştım. Genellikle insanlar bana geliyor ve onu bunu yapabilir miyim diye soruyor, ben de başlıyorum sorgulamaya. Tek başına bir şey yapmanın yetmediğini farkettim. Projeler büyüdükçe daha ilginç oluyor ve daha fazla kamusal bilinci yükseltiyor. İlk olarak SOHO çağdaş kent heykelciliği projesine küratörlük yaptım.: 13 sanatçı kamu heykeli projesinde birlikte çalıştı. Her biri bir işle uğraştı. Çok iyi yürüdü ve sonuçta iyi işler çıktı. O günden beri genişliyorum ve bir sürü yeni insanla tanıştım. İşbirliği öneriyorum ve olumlu karşılanıyor. Herzog & de Meron ile Jinhua’da bir mimari park projesi düşündük. Tek bir mimari proje yerine kentin değişik bölgelerinde pek çok küçük proje . Anıtsal yapılar yerine, kent koşullarını canlandıracak işler. Projeyi tanıtmak üzere bir grup mimarı davet etmeye karar verdik. Jacques Herzog isim listesi verdi ben de küratörlük yaptım.

HUO: Mimari küratörlüğün başlamasına bu proje mi sebep oldu?

AWW: Evet bu ilkiydi ve iyi sonuçlandı. Çünkü yalnızca küratörlük yapmadık aynı zamanda binaların inşaasına da yardım ettik. Onun için proje çok verimli oldu. Yakın zamanda bir girişimci büyük bir proje istedi. “Yok, yok” dedim, “artık büyük proje yapmayacağız, ama size küratör olarak yardımcı olurum”. Bence projelerin uluslararsı mimarları kapsaması iyi oluyor, genç mimarların Çin’gelmeleri, öğrendiklerini buraa uygulamaları ve buradan öğrenmeleri. Jacques ile konuştum ve 100 mimara ihtiyacım olduğunu söyledim. Şaşırdı “Ne?” dedi. Ben de “Evet 100 mimara ihtiyacım var” dedim. İsimleri buldular. Sanırım 30 ülkeden. Bu mimarlara yazdık ve hemen yanıt aldık. Hepsi projede yar almak istedi, 100 tanesi birden.

HUO: Zamanın en büyük mimarlık toplantısı olacak.

AWW: Evet, hepsi de aşağı yukarı aynı kuşaktan: senin yaşında veya daha genç, son on onbeş yılın en iyi öğrencileri. Büyük bir toplantı ve tartışma oldu, hepsi arkadşları meslektaşlarıyla geldi –oldu mu üçyüz kişi – onlarda projede çalıştılar. En heyacanlı tarafının birbirlerini Moğolistan’ın iç bölgesinde tanıyıp, bu garip projede herkesin işe odaklandığı, aynı koşulları paylaştığı, aynı zamanda birbirinden çok farklı birikimlerle ve eğitimle birarada bulunmak olduğunu hissettiler. Pek çoğu birbirinin ismini daha önce duymuş ama yüzyüze tanışıp büyük bir odada Moğol dansçıları seyrederek, sert likör eşliğinde partileme şansları hiç olmamıştı. Heyecanlı ve çılgıncaydı. Ama benim için son derece doğal, kolay bir şey böyle bir ortam yaratmak. Zor bir çaba gerektirmiyor ve sonuç çok ilginç oluyor. Onun için kendimi daha çok bir şeyleri harekete geçiren başlatan biri olarak görüyorum. Bir de “Fairytale”i yaptım – benzer bir projeydi.

HUO: Bize “Fairytale”i anlatır mısın?

AWW: 1001 çinliyi Kassel’e götürdüm. Çok basit bir düşünceden yola çıktım: Uli Sigg ile Engadin’de yürüyorduk. Yanımızdan gelip geçen bir sürü insan vardı ve Uli bana sordu “Kassel’de ne yapacağına dair fikrin var mı?”

HUO: “Documenta” için mi?

AWW. Evet “Documenta”da. Ne yapacağımı değil ama ne yapmayacağımı biliyorum. Bir resim, obje veya enstalasyon olmayacak. “Ne yapacaksın peki?” Milano’dan doğru geçip giden bütün bu turistleri göstereceğim belki Çin’den bir sürü insanı sergiyi görmeleri için getiririm”.





HUO: Yani İsviçre dağlarında geldi fikir aklına.

AWW. Seyrek havada ayrıntıları görüyorsun...

HUO: Evet Engadin vadisinde ikibin metre yükseklikte beyin daha iyi çalışıyor. Nietzsche Sils-Maria’da yazmıştı.

AWW: Eveti beynin işleyişini dönüştürüyor, uyuşturucu gibi.

HUO: Kassel’de büyük bir heykel de sergiledin, ama sonra çöktü. O heykeli anlatır mısın?

AWW: Kassel’deki küratörlere ne yapacağımı anlattım. Fikir herkese hoş geldi ama kimse olabileceğine inanmadı – yani bin kişiyi getirebileceğime. Hem finansal hem de politik ve diplomatik koşullar bayağı zordu; bir sürü engel vardı. Bu nedenle “bunun yanısıra ne yapacaksın?” diye sordular. Gerçekleşemeyeceğini düşündüklerini anladım. “Açık alanda bir heykele daha ihtiyaç var, “template”, senden başkası yapamaz diye düşündük” dediler. Ben de olur dedim. Yaptılar. Almanya’da bu kadar güçlü bir fırtına olabileceğini hayal bile edemezdim – çok güçlü, çok şiddetli – anında yerle bir etti. Yıkıldıktan sonra baktım, bayağı güzel göründüğünü düşündüm ve “böyle sunalım” dedim. Dokunmadan o şekilde bırakmaya karar verdik: sadece kartpostalları yeniden bastık. Almanya’nın buna izin verip vermeyeceği meselesi vardı. Bu beklenmedik, altı çizilecek olaya – 1001 çinlinin getirilmesi. Çoğunun söylediği Almanya’nın izin vermesinin imkansız olduğuydu. Ama kabul ettiler.





HUO: Mayıs’taki Madrit sergisi de işlerinin bütün farklı yönlerini içerecek.

AWW: Evet, fikri çok sevdim, ilginç ve iddialı bir içeriği var serginin. Herşey hem kendi iken, hem de nasıl herşey ile ilintilidir hakkında.

HUO: Orda hangi enstalasyonları göstereceksin?

AWW. Devasa bir çöp avlu olacak, kabarcıklar, mermer sandalyeler, Çin haritası ve başka bir büyük ölçekli ahşap iş.





HUO: Bana şu kabarcıkları anlatsana. Fotoğraflarını gördüm. Nerdeyse bilimsel deneyden bir parça gibi, aynı zamanda da katı cisimler.

AWW: Evet, doğru. Eski zamanlarda Çin imparatorları için yapılan yüksek kaliteporselenleri düşünüyordum. Boyutları küçüktü – bardak, kase, çanak- ve zanaatçlik mükemmeldi. Çinlilerin evlerinde kullanılış şekline hayrandım, porselenin doğasının aldığı şekli, ustalğı, geleneği çağdaş pratiğe nasıl taşıyabileceğimi düşündüm.Bu da bayağı zorlu bir süreç, çünkü teknik olanaklar ancak belli şeylerin yapılmasına izin veriyor. Kendi fırınım var benim 20’den fazla kişi sürekli çalışıyor orada, hem denemeler yapılıyor, hem de uygulamalar.Sonra bir ürün çıkıyor ortaya. Boyutların her yere konulabilecek mobilya ölçülerinde olmasını istedim. Pek tanımlanamaz bir şey; göz aşinalığınızın olmadığı. Yabancı bir obje gibi, çünkü nerede kullanılacağını bilmiyorsunuz, ama çok yüksek kalitede üretilmiş olduğu için önemsemeden de geçemiyorsunuz. Önemi ne onu da anlayamıyorsunuz. Çok ilginç olduğunu hissediyorum, kullanışsız, hatta isimsiz bir şey için sanata zanaata inanılmaz bir güç sarf etmek. Tanımlandıramayacağın, çünkü hiç kullanılmamış, gelecekte de kullanılmayacak. Bir anlamda, olmayan bir şey. Fiziksel bir varlıksa da, aslında yok.

HUO: Muallakta bir alanda gibi değil mi?

AWW. Evet.

HUO: Bir de “The Wave”i sergileyeceksin, doğru mu anladım?

AWW. Evet, eski seramik çalışmalarımı ve diğer objeleri de sergiliyorum. Norman Foster’ın tasarladığı Beijing Havaalanı 3. terminalinin fotoğraflarını da dahil edeceğim.

HUO: Üzerinde konuşmadığımız, işlerinin başka bir yönü de fotoğraflar. Blogun için fotoğraf kullanıyorsun, ama başka fotoğraflar da çekiyorsun.

AWW: Evet. Küçük fotoğraflar çekiyorum, bir tür belge gibi.

HUO: Belge?

AWW: Evet, sadece kayıt, bir yargı içermeksizin. Beijing ile ilgili 2003’ten beri yaptığım videolara dahil bunlar.

HUO: Beijing’de yeni yaptığın video gösterisinde gördüklerim. Beijing 2003 videosu için aşağı yukarı 7 gün dolaştın değil mi?

AWW. Evet. Fotoğraflar da birikti – büyük haciml belgeler, çok farklı açılardan. Ama çok büyük, kaç tane bilmiyorum.

HUO: Toplam kaç fotoğraf çektin? On binlerce mi?

AWW: Yüz binlerce.

HUO: Yüz binlerce! Leon Golub bir keresinde bana neredeyse organikleşiyorlar demişti, ikinci doğa gibi, bu çok fazla görüntü fikri.

AWW: Evet, bu doğru. Dünyaya olan duyarlılığını da geliştiriyor. Bir sürü anteni olan bir hayvan gibi. Herkes gerçekliği bir tarafından yakalamaya çalışıyor.

HUO: “Bowl of Pearls”i de sergileyecek misin?

AWW: Yok yok, “Bowl of Pearls”. Coca-cola işaretli vazo (2008)

HUO: Başka ne üzerinde çalışıyorsun şu an?

AWW. Yang ile ilgili bir film. Bugün Yang mahkemede, çok ilginç. Bir gün Shanghai’da bir bisiklet kiralıyor ve bir sokağın köşesinde bisikletin kime ait olduğunu soran polisler tarafından durduruluyor. O da beni niye durduruyorsunuz falan diye polislerle tartışıyor. Bisiklet kiralama kağıtlarını gösteriyor, fakat polis çok küstahça davranıyor ve polis karakoluna götürüyorlar, sonrasında ne olduğunu kimse bilmiyor. Sorguya çekiyorlar, gece yarısına ya da saat ikiye kadar orada kalıyor. Polis tarafından tartaklandığını ve iktdarsız kaldığını iddia edyor. Şikayetçi oluyor ve şikayet kağıtlarını dolduruyor, kimse geri dönmüyor. Polis “biz bir şey yapmadık, sadece prosedürleri uyguladık” diyor. Ben inanmıyorum. Bu onun Shanghai’dan Beijing’e bu kadar öfkeyle dönmesine sebep olamaz. Döndüğünde 6 polisi öldürüyor, 5’ini de yaralıyor. 24 katı koşarak iniyor. Bu çok hassa bir durum oldu, çünkü çinliler içn polise hayır demek bile imkansız, polis de çok acımasız ve kaba. Herkes bilir bunu. Hemen teste tabii tuttular ve akli dengesinin yerinde olduğuna karar verildi, polis onun için bir avukat tuttu, avukatın da devlette sabit işi var. Bu çocuk inanılmaz. Felsefeci gibi. “Öldürdüğünü hatırlamıyorsan bu senin tutumun. Hafızanı siliyorsun” dediler, cevabı “ hayır hatırlamıyorsam bu sadece hatırlamıyorum demektir”. Duyduklarını ezberliyor ve en ince ayrıntısına kadar olanı anlatıyor. Polislerin ölümünden sonra merdivenlerden koşarak inen maskeli birini videoda göstermişler ve “maske giyenin ben olduğumu nasıl kanıtlıyorsunuz?” diye yargıca sormuş.

HUO: Ama oydu değil mi?

AWW: Bilmiyoruz. Ama suçlu olduğunu kanıtlamak zorundalar. Avukat gibi ama kendisi anladın mı. İnanılmaz saydam. Çok iyi konuşuyor. Dedi ki “ İnanın ya da inanmayın bu sizin durumunuz.” “Videolardaki kişi, o ben değilim” de dedi. Sonra bir blog buldular, videolardaki kişinin o olduğunu kanıtlayan. Ama o “Yok bu da imkansız, çünkü benim blogum yok. Nerden buldunuz bu blogu?” dedi.
Ben de bloguma bütün bu yargı problemleriyle ilgili yeni bir mesaj yolladım, dedim ki “evet, birilerini öldürdü belki, ama hala onun yaptığını kanıtlamadan önce kolay kolay inanamayacağımız başka şeyler var. Neden yaptı? Bu suçun sebebi neydi? Ve eğer Shanghai’dan Beijing’e geldiyse sebebi ne?” Polis ayrıca şikayette bulunduğu için iki kez Beijing’e geldiğini belirtti, bir miktar para da vermek istemişler ama kabul etmemiş. Yani bunlar daha çok soruyu beraberinde getiriyor, çünkü polis birileri yanlış bir şeyler yapmamış olsa bir şehre mümkün değil iki kere gelmez. Niçin iki kere Beijing’e geldiler? Neden tazminat ödemeye çalıştılar? Bir şeyler kesinlikle yanlış.

HUO: Yani bunun üzerine bir araştırma işi yapıyorsun.

AWW: Evet. Bir belgesel çekiyoruz. İnsanlarla görüşmeler yaptık. Sonra annesi kayboldu. Kimse nerde olduğunu bilmiyor. Sordum “Annesi nerde?” Büyük bir sosyal olguya dönüştü ve mahkeme ertelenene ertelenene bugüne kadar geldi. Bugün ikinci mahkeme. İlk mahkemeden sonra ölüm kararı çıkmıştı, yani hayatı için savaşıyor.

HUO: Bugün mahkeme öyle mi?

AWW: Evet, tam şimdi. Sabah dokuzdan itibaren. Bence artık mahkemenin çok büyük problemi var çünkü adil bir yargılama değil, nasıl devam edecekler bilmiyorum.

HUO: Filmi görmeyi çok isterdim, bitti mi?

AWW: Yok, hala çekiyoruz.

HUO: Son iki sorum olacak. İlk olarak sana doğayı sormak istorum. Demiştin ki “doğa ile yarışabilmek için Picasso ya da Matisse olmam gerekirdi”. Ben çok merak ettim bu doğa ile rekabet konusunu.

AWW. Doğa ile rekabet temelde batılı bir fikir. Bir çinli olarak sen hep çevrenin bir parçasısındır. Doğa insan yapımı da olabilir ya da endüstriyel postmodern toplum da. Onun bir parçasıyız bilinçli veya bilinçsiz oradasın, sürekli ilişkiler kurmaya çalışmaktasın, bilinçlilik ve farkındalık başkaları için yararlı. Bizim durumumuz bu.

HUO: Ve son soru bizi bugüne getiriyor. Pek çok pazarda ekonomik kırılmanın yaşandığı 13 Ekim 2008’de buradayız. Merak ediyorum şu anı nasıl görüyorsun? İyimser misin?

AWW. Kısa dönemde sanırım çok iyimserim. İnsanlar böyle durumlardan bir şeyler öğreniyor. Temelde insanlar canavar; çok kabaca davranıyorlar. Buraya geldik, bence herkesin yeni bir dünyaya, yeni koşullara ve yeni yapılanmalara girdiğimizi görmesi gerekiyor. Olası zararları da. Çok çok heyecan verici bir zaman ve herkes birşeyler öğrenecek bundan.

Friday, July 6, 2012



http://www.theatlanticcities.com/jobs-and-economy/2012/07/beijings-olympic-ruins/2499/


Sürdürülebilir – Post-Olimpik Söyleşi

Francis Bacon ile “Bitmeyen Söyleşi”yi yapan ve sanatçılarla sürekli görüşmeleri yöneten İngiliz eleştirmen ve modern sanat küratörü David Sylvester modelinden etkilendim. “Bitmeyen Söyleşi” tekrarlanan, sanatçı ile sürekli diyaloğu mümkün kılan bir söyleşi dizisi; sanatçı ya da ilham alınacak kişideki tüm değişimleri farketmemizi sağlıyor.

Post- Olimpik maraton da 2005’te Ai Weiwei ile başladığımız söyleşi maratonu serisinin bir parçası. İlk Londra maratonu 2006’da Serpentine Galeri’de Rem Koolhaas ile oldu, Julia Peyton-Jones ve ben onu ve Cecil Balmond’u Serpentine alanını düzenlemeleri için davet etmiştik. O günden bu yana dünyanın çeşitli yerlerinde 18 maraton gerçekleştirdik.

Çin sanat çevresinden neredeyse herkes Olimpiyatlar sırasında bir şeyler yaptı – projeler, sergiler, v.s. Organizasyon-kültür dünyasında mirasa ve kalıcılılığa yönelik düşünmek ilginç. Uzun süreli gelişimde ve kültür üzerindeki etkisiyle bu organizsyonlar gerçekte ne anlama geliyor?Biz de post- Olimpik süreçte Zhang Wei ve Hu Fang ile birlikte Çin’i yansıtacak disiplinler arası anlama maratonu düzenlemeye karar verdik, söyleşi ve tartışmalarla mini-maratonu yarattık. Olimpik yılın son günü ve yeni yıl arifesiydi.

--------------------------------------------------

HUO: Bu mini-maratona Ai Weiwei ile başlamak çok heyecan verici. Bu ilk söyleşimiz değil, daha önce pek çok ortamda söyleşi kaydettik seninle. İlk olarak Beijing’de post- Olimpic anda, 2008’in bu son gününde neler hissettiğini sormak istiyorum.

AWW: 2008’in son gününde ilk söyleşi yapılan kişi olma ayrıcalığı bana ait. Bana post- Olimpik süreci soruyorsun: Beijing’de yaşayan bir Çin’li olarak Olimpiyatlarla ilgili çok net hislerim var. Anlamsızlığı ile ilgili de söyleyecek çok sözüm. Hiçbir şeyin net olmadığı, sosyal durumun ilkel olduğu -ki kimsenin bireysel hiç bir dileğini söze dökemediği bir bölgede yaşıyoruz. Kamusal anlamda iletişim ve en temel soruların tartışılması imkansız. Herkes, özellikle sanatçılar, 2008’de, Olimpiyatlardan sonra Çinlilerin hala niçin böyle bir durumda sıkışıp kaldığını sorgulamak durumunda. Eğer sanatçılar, toplumsal bilince ve insan olmanın temellerine ihanet edecekse, sanat nerede duruyor o zaman? Bu sebeple 2008’in haklarımızı savunma yılı, insanların uyanmaya başladığı yıl olduğunu düşünüyorum. İnanıyorum ki Çinliler 2009’da daha ciddi sorunlarla yüzleşecekler. Eğer sistemimiz iletişimi reddetmeye devam ederse, herkesin eşit doğduğu gerçeğini gözardı ederse, niçin böyle bir sistemi kabul edelim? Bu herkesin sorması gereken bir soru. Bunu sormadıysan aptalsın ve hemen çıkıp gidebilirsin burdan.

HUO: Yıllar önce ergenlik dönemimin sonlarına doğru İsviçre’yi terk ettiğimde, ailem küçük kasaba gazetesinden makaleler kesip yıl sonunda bana verirlerdi. Global dünyadan hangi sanat haberlerinin o küçük kasabaya ulaştığını görmek çok ilginç bir deneyimdi. Ben büyürken 1980’lerde, Joseph Beuys, ‘sosyal heykel’ ve Andy Warhol’un ‘Son Yemek’i gibi büyük projeler ile ilgili yazılar çıkardı; ama son yıllarda kasabaya ulaşan haberler sadece müzayedelerle ilgiliydi. Şimdi tek istisna Ai Wei Wei, sadece sanat dünyasının sınırlarını aşan son Documenta projen değil, özellikle de blogun. Söyleşiye başlamadan hemen önce izleyiciler arasından bir beyefendi yaklaşıp, blogunun kapatılmamış olmasına şaşırdığını söyledi. Blogunu 21. yüzyılın ‘sosyal heykel’i olarak düşünüyorum, bu nedenle bloga nasıl başladığını, blogdaki günlük pratiğini ve şu anda nasıl gittiğini sormak istiyorum.

AWW: Benim blogumun başkalarınınkinden çok bir farkı yok. Sadce ara vermeksizin belli konulardaki kişisel endişelerime dikkat çekiyorum. Bunlar genellikle sanatçının ifade hakkı ve bireysel hakların ifadesi ile ilgili. Çin gibi bir toplumda, haklar ve ifade özgürlüğü konuları kaçınılmaz olarak politik oluyor. Onun için de kendiliğinden politik bir figür oluyorum. Bunda yanlış bi tarafın da olduğunu düşünmüyorum, böyle bir zamanda doğduk ve sorunlarımızla dürüstçe yüzleşmemiz gerekiyor. Tam olarak blogumun niye kapatılmadığını bilebilecek konumda da değilim. Bence büyük tehlike bilmediğiniz zamanda bilmediğiniz yerden gelir. Onun için spekülasyon yapamam.

Blog yazmaya nasıl başladığım konusuna gelince: bununla ilgili konuşmaya değecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Aynı eski hikaye, bir şey yapmaya başlarsın, bir sürü olanak sağladığını görürsün. Sanırım internet ve bilgi çağı insanoğlunun karşı karşıya geldiği müthiş bir süreç. Şükürler olsun bu döneme, insanlık sonunda bağımsız olma fırsatına, bilgiye ulaşma serbestliğine ve özgür iletişim olanağına sahip. Hala bu konuda kısıtlamalar olsa da, insanların bağımsız olabilmeleri için fırsat var.

HUO: Bloguna girişlerinden örnekler verebilr misin bize? Çin’e son geldiğimde, anneannenin evinin yönetim tarafından boyanışını protesto etmek üzere gidip yeniden düzenlemiştin, şimdi neler var merak ediyorum.

AWW: Kısaca bir iki örneğe bakalım. Tabii bu yıl Çin için çok hareketli bir yıldı. Yılın başında kar fırtınaları yaşadık, Wengan karışıklığı, onu izleyen Tibet karışıklığı, Sichuna’da deprem ve Olimpiyatlar. Bir de benim özellikle üzerinde durduğum, Yang Jia davası. ( Yang Jia Beijing’li, 2008’de 6 Shangai polisini öldürmekten tutuklandı ve dava Çin’de tartışmalara sebep oldu.) Blogların dikkatine sağlık, bu kişisel dava toplumsallaştı, insanların Çin’deki adalet sistemini ve bürokratik süreci sorgulamalarını sağladı. Tabii sonuç talihsizdi, ama en azından süreç şeffaftı. Yang Jia’nın külleri, infazın üzerinden bir ay geçmesine rağmen hala annesine verilmedi. Anne polis tarafından farklı bir isimle ruh hastalığı teşhisi ile hastanede tutuluyor. Bütün bunlar Olimpiyatlar sırasında ve sonrasında Beijing’de oluyor. Böyle bir şeyin Çin’de olması inanılmaz. Çünkü hep Çin Komünist Partisinin adil olduğunu düşündük, böyle bir şey kesinlikle olamazdı. Şimdiyse otoritelere karşı gelen ya da muhalif olan bir sürü insanın akıl hastanelerinde öldüğünü öğreniyoruz. Sanırım bu benim en vahşi tahayyülümün de ötesinde.

HUO: Yakın zamanda başka bir kitleyi işaret ettin, 2008’de sütten zehirlenenlerin skandalı, bize Mini-Maraton için yanında getirdiğin objeyi gösterirsen seviniriz. Sanırım özel bir anlamı var.

AWW: Bir dükkanın isteği üzerine, bir şey getirmem gerekti. İnternet üzerinden bir torba Sanlu süt tozu aldım. Online satış sitesi Taobao’dan, yetişkinler için olduğu yazılı üzerinde. Ortaya çıktı ki, ellerinde 10 adet var ve sadece 4 tanesini satabiliyorlar. Sonra fiyat çok yükseldi; nasıl iş yapılacağını iyi biliyorlar, çok ilginç (izleyici gülüyor- çevirenin notu: 2008’de Çin’de Sanlu-Group tarafından üretilen yüksek proteinli süt tozlarının 860’ı bebek 300.000 kişide böbrek hasarlarına sebebiyet vermesi ile ortaya çıkan skandal http://en.wikipedia.org/wiki/2008_Chinese_milk_scandal) Bu sabah Beijing News baş sayfadan iki sözde failin Shijiazhuang şehrinde tutuklanıp mahkemeye çıkarıldığı haberini veriyor. Bir tanesi şöför. 200.000 çocuğun zarar gördüğü, tüm toplum sağlığının tehlikeye atıldığı böyle bir durumda görüyoruz kii yönetimin hiç bir sorumluluğu yok. Sorumluluk bir sürücününmüş; gülünç.

HUO: Bolguna gelecek olursak, son sefer konuştuğumuzda iyimser olup olmadığını sormuştum, internet sbebiyle çok iyimser baktığını, inanlık için olabilecek en güzel şey olduğunu, çünkü bir şekilde eski değerler sistemini çatlatıp dünyayı yeni bir değerler sistemi ile tanıştırdığını söylemiştin. Sanatın interneti müzik dünyası kadar sık kullanması halinde, kayıtlı sesin yayılması gibi bütünün bir parçasına dönüşeceğini anlatmıştın. Hatta sanatın internetle ilişkisi daha kuvvetli gibi. Merak ediyorum anlatabilir misin, blogundan öte, sanat internet ilişkisini nasıl görüyorsun? Gelecekte galerilerin internet üzerinde olması gibi bir durum söz konusu mu?

AWW. Kusura bakma, sürekli politikadan söz ettim. Hatta alaycı bir üslup kullandığımı fakettim. Ama sen böyle sorular sorunca cevaplamam lazım. Neyse sonunda sanatın geleceği konusuna geldik. Bugünün hayat tarzına ve teknolojilerine takılıp kalırsa sanatın çok geleceği yok bence. Bütün bu eski tablolar, heykeller sadece eski anılar olarak kalacak, geçmişte yaşayan insanların ilgisini çekecek tabii. Ama inanıyorumki, iyi ki bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin sunduğu olanaklar var, bu yeni alanda sanatla ilgili büyük değişiklikler olacak. Gelecekte değişim kapsamlı bir şekilde ve saldırganca devam edecek. İletişimin ve üretimin bu yeni metodları daha büyük keyif vereceği için Beijing Güzel Sanatlar Akademisi, Çin Sanat Akademisi gibi boktan okullara da kimsenin ihtiyacı kalmayacak. Aptal renklere bulanmış fırçaları ile korkunç tablolar yapıp müzayedelerde uçuk fiyatlara satan berbat hocalar! Çok aşağılık, yobaz insanların basit kriterleri. İnanıyorum ki bu dönem bitecek.

HUO: “Sosyal Heykel” olarak blog fikrini daha önce Herzog & de Meuron işbirliği ile gerçekleşen Olimpik stadyum ile bağlantılı konuşmuştuk. Geçtiğimiz günlerde İsveç dergisi Parkett (no:81) de Jacques Herzog ve Bice Curiger ile bir söyleşi yaptınız Herzog sizin stadyumu aslında kamusal bir heykel olarak tasarladığınızı söylemiş, bir kent bahçesi gibi, herkesin tepesine tırmanabileceği, buluşup dans edebileceği, bir batı kentinde insanların yapamadığı bir sürü hoş şeyin yaşanabileceği; bir de Eiffel Kulasinin Dünya Fuarından sonra daha başarılı olduğunu söylüyor. Sen de Herzog’a hak veriyorsun ve Olimpiyatlardan sonra stadın daha iyi kullanılacağını hissettiğini söylüyorsun, tasarımın demokratikleşeceğini. Şu an Olimpiyatların hemen sonrasında, stadyumun kullanılışını nasıl buldun, beklentilerin gerçekleşecek mi, zaman içerisinde kullanım nasıl değişir?


AWW. Bence bu büyük bir spor olayı için bir stadyum. Biz tasarımı kabul ettiğimizde Olimpiyatların Çin’de bir reformu tetikleyebileceğini, Çin’in dünya iletişimine, tüm dünyadaki değerler sistemine katılacağını düşünmüştük. Ama Olimpiyatlarda olan düşündüğümüzün tersinden öte, daha da geri bir adımla, Olimpiyatlar süresince Çin’in polis devletine dönüşmesi oldu. Vatandaşların hareketleri ciddi şekilde kısıtlandı. Çok söylenecek bir şey yok, geldi geçti. “Kuş Yuvası” kentin bir olanağı, kent tasarımının bir parçası, gelecekteki işlevleri elbette Olimpik oyunlardan daha önemli. Kentle bağlantısı, fiziksel işlevi ve simgelediği ruhla, daha önemli olmalı. Tabii fazla ümitlenemeyiz, ama umarım bir gün, vatandaşların kutlama yaptıkları, sivil toplumu temsil eden bir saray olma şansına erişir.

HUO: Stadyum fikri yalnızca mimari olarak değil, kentleşme konusunda da Beijing’i sorgulamamıza neden oluyor. Söyleşi maratonlarının gerçekleştikleri kentin portresini çıkarabilmek gibi de bir işlevi var. 2008’in Beijing’ine dair görüşlerini merak ediyorum, çünkü burası sıradışı videolarınla haritalandırdığın, çalıştığın kent. Beijing ile ilgili senden daha fazla bir şeyler duymak isteriz.

AWW: Beijing 17 milyon nüfusu ve pek çok göçmeni ile büyük bir kent. Fakat Çin’deki diğer kentler dahil yaşadığım en insanlıkdışı kent. Bunda yanlış olan bir şey yok tabii. İnsanlıkdışı bir toplum olduğumuz için, böyle insanlıkdışı da bir kentte yaşıyoruz. Toplumumuzu çok güzel temsil ediyor. Yanı sıra benim kentle ilişkim de öyle karmaşık değil. Kent merkezine en fazla on kere gitmişimdir bu yıl – beş, biraz abartayım. Tamamlandıktan sonra Olimpik Stadyuma hiç gitmedim. En azından oraya şu an hiç gitmek istemiyorum, onun için de bu konu üzerine fazla konuşmayacağım.

HUO: Milano’daki Abitare Dergisi şef editörü, mimar ve kent planlamacısı Stefano Boeri hep der ki bir kentin sentetik imajını oluşturmak imkansızdır çünkü kent çok karmaşıktır; haritasını çıkarmak istediğimizde bizden kaçar. Bu tam da Oscar Kokoschka’nın bir kentin portresini yapmanın imkansızlığına dair sözlerine ayna tutuyor; tam bir açıdan yakalamışken, kent değişmiştir bile. Ben çok merak ediyorum bu kent portresi meselesini; sen Beijing ile ilgili çok güçlü video işleri yaptın sana bu video işlerinle Beijing’in haritasını nasıl çıkardığını sormak istiyorum.

AWW: Kentin dört videosunu yaptım. Beijing Tsinghua Universitesi Sanat ve Tasarım Akademisi son sınıflara ders vermemi istedi. Ben hiç bir okul bitirmediğim için, okullarda kendimi bayağı değersiz hissederim. Nasıl ders vereceğimi ben seçersem veririm dedim. Kabul ettiler. Bir otobüs kiralayacağımı ve derleri otobüste vereceğimi söyledim. Öğrencilerimle 16 gün otobüsteydik. Bir plan yaptık ve Beijing’i 16 parçaya böldük. Her gün bir bölümün tüm sokaklarını dolaştık. Görev şehirle ve hareket halindeki otobüsle ilgili bir şey yapmaktı. Otobüsün önüne bir kamera yerleştirdim. Bu 16 günde 150 saat uzunluğunda bir video tamamladım. Basitçe kamera bir monitör işlevi görüyordu ve sürekli ileri doğru hareket ediyordu. İşte Beijing 2003 bu. Beijing’’in görsel haritası, arabaların girebildiği bütün yan yollar ve caddeler. Tabii k kayıtlar sırasında ve sonrasında, caddeler değişti ya da yokoldu. Bir de Chang’an Caddesi diye bir video yaptım. Doğu Chang’an caddesinden batı Chang’an caddesne, caddenin doğu ve batı arasındaki çevre uzunluğu 43 kilometre. Her 50 metrede bir dakikalık videolar çektm. Birleştirince video 10 saatten biraz uzun oluyor. Kırsal alanlardan ticari semtlere, politik merkez Tiananmen Meydanından Xidan’a, Capital Steel’de son bularak bütün Beijing kaydedilmiş oldu. Bunların hemen sonrasında, ikinci ve üçüncü cadde çekimlerini yaptım. 30 kadar yürüyüş yolu var ikinci caddede. Köprülerin her iki yanından birer dakikalık çekimler, toplamda 60 dakika oluyor. 3. caddede 50’den fazla köprü var. 2. ve 3. caddelerin farkı şu: 2. caddenin tüm çekimleri bulutlu günlerde yapıldı, 3. cadde çekimleri ise güneşli günlerde. Videoyu izlemeye başladığın anda 2. mi 3. mü anlıyorsun. Çok fenomelojik kayıtlar yaptım kentle ilgili. Çok da gerçek ama.





HUO: Evvelsi gün Rem Koolhaas ile konuşurken, kentler giderek kontrollü alanlara dönüşeceği için, gelecek kırsal bölgelerde olacak –belki oralarda daha fazla olanak var dedi. Buna katılıyor musun merak ediyorum. Gelecek kentlerde m, kırsalda mı, yoksa her ikisi mi?

AWW: Belki gelecek Koolhaas için kırsaldadır. Ama bence insanlığın geleceği hala kentlerde. Kent insanlara daha güçlü olanaklar ve kolaylıklar sunuyor. Tabii bilişim alanı bunu değiştirebilir. Ama verimlilik uğruna ve insanın artan çılgınlığıyla, kentsiz yaşanamaz.

HUO: Bu bizi senin manifeston sorusuna götürüyor, bu yılın başında Serpentne Galeride bir manifesto maratonu yaptık; ne yazık ki senin başka yere sözün vardı Londra’ya gelemedin. O günden beri merak ediyorum, 21. yüzyıl için senin manifeston ne olabilir?

AWW: Soru biraz büyük. Dürüst olmak gerekirse, bu konuya dair çok söyleyecek birşeyim yok. Hissettiğim bizlerin en basit ihtiyaçlara ve temel değerlere ulaşma güçlüğümüz. Onun için bu soruya cevap verebilecek durumda değilim.

HUO: Jacque Herzog ile konuşmanı okuyordum, daha önce hiçbir yerde olmayan Beijing için projelerinden çok söz etmişsiniz.Gerçekleşmemiş projelerinden: çok büyük olduğu için gerçekleşmeyen, ya da çok küçük olduğu için gerçekleşemeyecek olanlar, düşlerin, ütopyaların, bunları anlatır mısın?

AWW: Elbette, herkes gibi benim de tabağımda bitirmem gerekenler var. 2009’da dört kişisel sergi açacağım. İlk kişisel sergim 2004’teydi, bunlar bana çok tekinsiz geliyor. Gelecek yıl birleştirilmiş 10.000 metrekare alanda dört çok büyük sergi var. Bu beni çok meşgul ediyor. Bunların hala eski sanat çerçevesinde icraatlar olduğunu düşünüyorum. Tabii hala blogumdan çok memnunum. Bu sabah saat altından sekize kadar, çalışma arkadaşlarım gelmeden önce bloga iki giriş daha yaptım. Bunu daha ilginç buluyorum. Herşeyi bir kenara bırakıp sadece blog yazabileceğim fırsatım olur mu merak ediyorum. Böyle küçük sevinçlere çekildiğimi keşfettim. Hergün elime iğne iplik veriyor blog.

HUO: Sanat, mimari ve blogunla ilgili konuştuk. Son sefer edebiyatla ilişkin üzerine konuşmuştuk, müzik ile ilgili hiç konuşmadık. Dan Graham, sanatçılarla sohbet ederken onların ne tür müzikler dinlediklerini bilmek önemlidir der, sormak istiyorum sen ne tür müzik dinlersin?

AWW. Utanıyorum ama bu son soru yanıtlayabileceğim en zor soru. Çünkü hayatım boyunca hiç bir müzikten etkilenmedim. Ben müzikle işi olacak son insanım. Tabii severim müzik dinlemeyi. Ama hiç özel olarak müziğe gereksinim duymadım. Onun için bence en güzel müzik sessizlik ve susmak.

HUO: “Sanatçının Stüdyosunda” adlı söyleşilerinde James Lipton bazı soruları yineler. En sevdiğin sesi –sessizlik- söyledin, en az sevdiğin?

AWW: Sevmediğim sessizlik müziğinin bozulması.

HUO: En sevdiğin sözcük?

AWW: Özgürlük.

HUO: En sevmediğin sözcük?

AWW: Belki kendi adım. (seyirci güler)

HUO: Seni ne tetikler?

AWW: Sana söylemem. Tetikleyicimi paylaşmak istemiyorum. (seyirci güler)

HUO: Seni herşeyden çok sinir eden şey?

AWW: Çişim geldiğinde tuvalet bulamamak. (seyirci güler)

HUO: Hepimizin beklediği an?

AWW: En az istediğimiz an.

HUO: Hayalinin işi ne olurdu?

AWW. Söyleşiler yapmak. (seyirci güler)

HUO: En nefret ettiğin iş?

AWW. Söyleşilerin sona ermesi. (seyirci güler)

HUO: Eğer tanrı varsa, ahiret kapısında sana ne desin isterdin? Bu soruyu Al Pacino “üç kez prova yapalım” diye yanıtlamış.

AWW. Nasıl geldin buraya? (seyirci güler)